Düşünüyorum da, dünya kadar okudum, çeşit çeşit sınavlara girdim, birçok Türkiye genci gibi. Birçoğunun üstesinden geldim, “başarılı” oldum. Motivasyonum şuydu; bu sınavdan sonra bitecek. Evet, o sınav bitiyordu, fakat hemen ardına bir yenisi ekleniyordu. Nasıl bir sistemin içindeydik ki, sınavlar, mülakatlar bir türlü bitemiyordu. Neyse bir sure gercekten inandim, bir isi basardiktan sonrasinda rahatlayacağıma.
Derken otuz yaşıma geldim. Yani bir kadın için bebek sahibi olmak için çanların çalmaya başladığı an. Pek tabii ki bu bebek isinde, riske girmek olmazdı. İsimi gücümü, ailemi de hale yola koymuştum, artık zamanı gelmişti. Hem belli mi olur, belki ikinci bebeği de isterdik, o nedenle geç kalmasam daha iyiydi.
Çok şükür, gerçekten su yaşıma kadar yaşadığım, sevdiğim insanla olan ilişkim dışında, en insani uçurucu eylemmiş hayatta anne ve baba olmak. Aman Allah’im, o nasıl duygular, o nasıl bir güç, o nasıl bir kendini unutma durumudur, ki bizim gibi Batili eğitim almış insanlar için kendini düşünmemek çok zor bir olgudur, yoksa nasıl sınıf birincisi, ÖSS 10. su falan olasın. Memlekette, dünyada, ailende olan bitene az ucundan tanıklık et, ama sen hep kendi isine bak mottosu ile yaşadık biz bir kısım insan.
Dolayısı ile daha hamilelikte basmaya başladı bana sistem. Aslında beş yıl öncesinde de basmıştı. Türkiye’nin önde gelen kurumlarından birinde, facia bir yöneticiye denk gelmiştim. Kadın, ben neyse, kırk elli yaşındaki adamları günaşırı ciyak ciyak azarlıyordu. İnanın o zamanki gözlemlerimi yazsam, Gülse Birsel’e müthiş dizi malzemesi olur. Oturur aksam yemeklerinden sonra çekirdek çitleyerek izleriz. Fakat beni hayatimi gözden geçirme noktasına getirmiştir bu tecrübe. Istıfamın ardından bir ay evde oturup, ardından yahu ben su an sıfır lira kazanıyorum, millet korkak korkak bilmem ne kadar para kazanmaya devam ediyor diye kendimi tekrar ayağa kaldırmış, ve yola bahtıma açılan muhteşem bir yolda, benim için hep çok özel kalacak bir kurum da devam etmiştim.< Ama dediğim gibi bu dünya sistemi, ülkemin günden güne kararan gündemi, ve yanıbaşımızda ve coğrafi komşularımızda verilen yasam mücadeleleri beni günden güne yıpratmaya devam etti. İşim de dünyanın heryerinde olan biten uç gelişmeleri yakinen takip etmeyi gerektirdiğinden, kendimi hiç bir şeyden soyutlayamıyordum. Nitekim anne olduktan sonra durum daha da çetrefilli bir hal aldı. Bir yanda bebeğimin büyüdükçe değişen algılarını fark etmek, ama is, ev, üçgeninde tam anlamıyla ona yetememe hissi. Öte yandan özel okul fiyatlarını duyup, başvuruların nasıl olduğunu, minnak çocukların bile mülakatlara maruz kaldığını ve herşeye rağmen, alınan eğitimin çocuğu belli bir noktaya taşıyamadığı gibi türlü türlü hikayeler. Devlet okuluna gönderme fikrini bile arkadaşlarınla konuşamamak, çünkü orada neler dönüyor kim bilir! Yahu hem tüm gün çalış para kazan, hem de o para bir, belki iki çocuğun eğitimini ancak karşılasın, ama sakın ha standardını kaybetme. Standardını kaybetmemek için de ister karakterinden, ister sağlığından, isterse de ilişkilerinden ödün ver, ama sakin ha standardından ödün verme. İşte bu nokta benim için korkunçtu. Yahu ne yapıyoruz? Rahatlamak bu olmasa gerekti, onca verilen sınavdan, geçilen mülakattan sonra. Simdi bir karar vermek zorundaydık. Ya bu sistemi kabul edecek, kendi sosyal çevremiz ile yetinip, hayatımıza bu tutturduğumuz ritim ile devam edecek, ve şikayeti bir yana bırakacaktık. Ya da rotayı çevirip başka sulara yelken açacaktık. Biz bu düşüncelerle dalgalanırken, ki ülkemde yüzlerce insan aynı durumdaydı, oldu mu sana ülkemde ardı ardına patlamalar ve ardı arkası kesilmeyen sosyal ve politik olaylar. Ve en nihayetinde de bir darbe süsü verilmiş/verilmemiş, ne idüğü belirsiz bir olay. Ben olayın ne olduğu ile ilgilenmiyordum, bu ülkede 2016 yılında insanlar hala hastalıktan değil de, hastalıklı beyinler yüzünden ölüyordu. Tıpkı Gezi olaylarında olduğu gibi, tıpkı Soma da olduğu gibi, tıpkı Madımak’da olduğu gibi. Tarihler, yerler, mekanlar, sebepler, tahliller, hepsi değişkendi, ama sabit tek şey vardı, o da piyango ölüm. Artık internette gazete sayfalarına giremeyen, ofiste yanıbaşında duran basılı gazetelerin manşetlerine bakamaz hale gelmiştim. Evet, dünya da değişiyordu. Benim ülkemde bunlar oluyor diye ben yana durayım, dünyanın dört bir yanında hasta beyinler cirit atıyor, uzuvları Avrupa ve Amerika’ya da uzanıyordu pek tabii. Ama burnumun dibinde bitmek bilmeyen olaylar, ve giderek daralan adalet çemberi beni kararımı aldırtmakta daha fazla zorlamadı.. Silkindim, hep aynı çaresizlik çemberinde dönüp durmaktan yoruldum. Pekala, dedim. Birinci dünya savaşı, İkinci dünya savaşı, ve bir yığın savaş varken insanoğlu bir şekilde yaşamış ve yasatmış. O halde, yetti gayri kafamızı bu meselelere yorduğumuz, yürüyün gidiyoruz! Tam bir yıl boyunca, türlü iniş ve çıkışlarla Almanya’ya göç etmek için uğraştık, ve nitekim başardık. Su anda üç aydır Almanya’dayız. Ben onca stresli senenin ardından, şimdi evimde, kızımla başbaşayım ve hayatı türlü türlü beynimde yoğuruyorum. Yazarsam taşların yerli yerine oturacağını düşünüyorum, o nedenle yazmak istedim. Şu yazının içinde gecen daha birçok kavram ile ilgili de yazasım var, en kısa zamanda diyelim.